ÇOCUK

Merhaba, ben savaşı adından bile daha iyi bilen çocuk…
Annem, babam, arkadaşlarım, tüm
sevdiklerim savaşta öldü. Nereden geldiklerini bilmediğimiz, büyük tanklı,
teknolojik silahlı bir sürü adam bir gün köyümüze girdi. Ne kadar yaşayan canlı
şey varsa hepsini yakıp yıktılar. Çoğu kerpiçten yapılma evlerimiz, köyün
gençlerinin meydanda inşa ettiği tiyatro sahnesi, ağaçlarımız, bozuk taşlı
yollarımız dahil, her şeyimiz yerle bir olmuştu. Köyümüzün eski neşeli, güneşli
ve güzel havasının yerini, artık dumanla karışmış kan kokusu, yanmış etlerden
yükselen tozlar ve ateş eden askerlerin delici kahkahaları almıştı. Çok
düşünmüştüm, bunca insanı öldürmenin neresi zevkli olabilir di? Küçükken,
ağabeyimle beraber samanların arasında bulduğumuz hamam böceklerini öldürürdük.
O bana bunun kötü bir şey olduğunu söylese de, onlara batırdığım saman çöpünün
çıkardığı çıtırtı çok hoşuma giderdi. Çocukluk aklımla, ne büyük bir hata
işlediğimi yeni yeni anlıyorum. Annem hep, “Boşa harcadığın bir su damlası,
sana kocaman bir deniz olarak döner.” derdi. Öldürdüğüm her hamam böceği,
köyümüzde kıyılan on cana bedeldi. Zamanı geriye almayı, o böcekleri hiç
öldürmemiş olmayı çok isterdim.
Önceleri askerler, bizleri, köy
meydanını yakmadan orada toplayıp, varımızı yoğumuzu elimizden alırlardı.
Babamın anneme düğünlerinde taktığı gümüş küpeler, ağabeyimle toprağı kazarken
tesadüfen bulduğum kırık altın para, köyümüzün en zenginlerinden olan, tarla
sahibi komşumuzun değerli antika eşyaları, yılda iki kere büyük şehirden dönen,
büyük okul diye bildiğimiz, aslında gerçek adı “üniversite” olan okulu okuyan
genç ağabeyin ayakkabıları, verimli topraklarımızda yetiştirdiğimiz lezzetli
meyvelerimiz, güzel kıyafetlerimiz, kısacası elle tutulabilir her şeyimizi
zorla alıyorlardı bizden. İlk zamanlar onların zulmünü bu şekilde
durdurabiliyorduk. Zaman geçtikçe, git gide elimizdekilerin değerleri azaldıkça
zulümleri de artar oldu. Artık iki katı insan öldürüyor, iki katı kan döküyor,
iki katı yangın çıkarıyorlardı. Yeşil çimenlerinde oynadığımız, tepindiğimiz,
deli gibi yuvarlandığımız topraklarımız, kanla beraber cıvık bir hal almıştı.
Ne eskisi gibi güzel meyveler yetişecek durumdaydı, ne de piknik yapılacak
kadar güzeldi. Ne kadar zengin bir köy olsaydık da, aldıkları kadar kötülük
yapacaklardı…
Savaşı, adımdan iyi biliyordum.
Uzun menzilli, siyah renkli silahları, sanki onlara zarar verebilecek gücümüz
varmış gibi, özel zırhlarla donatılmış tankları, mermilerin vücudumuza
girdikten sonra, kıyafetlerimizde kanın yarattığı lekeyi, lekenin kuruduktan
sonra aldığı rengi, kokuyu hepsini adım gibi iyi biliyordum. Babam beni, annemi ve
ağabeyimi korumak isterken ölmüştü. Ağabeyimi, köyün çocuklarıyla beraber
kocaman bir ateşin içine atmışlardı. Canım ağabeyim, yaşasaydın seninle
kavgalar edebilmeyi o kadar çok isterdim ki… Yemin ederim, Tanrı biliyor ki
bütün oyuncaklarımı sana vermeye razı olmuştum bile…
Bu acının ne zaman biteceğini
sorduğumda, annem kocaman paletleri olan tankın altında kalmadan önce “Çok
yakında bitecek yavrum, her şey çok güzel olacak.” Derdi. Bu bana, yine aynı
tankın altında kalan oyuncak bebeğim Lili’nin canının yanıp yanmadığını
sorduğumda verdiği cevap gibi, ikinci kere yalan söylemesiydi. “Onun canı
acımayacak, o çok güçlü bir oyuncak.” demişti. Evet, yüzü köyümüzdeki ırmaktan
akan sulardan bile berrak olan annem, bu acının biteceği yalanı hariç, ikinci
kere yalan söylemişti bana ölmeden önce. Nasıl acımazdı bebeğimin canı? Onu, en
sevdiğim arkadaşlarımla beraber dikmiştim. Hepsi bebeğimi çok kıskanmış,
kendilerinin bebekleri bu kadar güzel olmadığı için şikâyet etmişlerdi. Onlara,
annemin ağabeyime öğüt verirken takındığı bir tavırla yanıt vermiştim. “Asıl
güzellik, ona kattığınız sevgide. Severek yaptığınız her şey, güzeldir kızlar.”
demiştim kıkırdayarak. Ve Lili’yi bitirdiğim günün akşamı, sabaha kadar onunla
neler yapacağımı düşleyerek yatağımda döndüm durdum. Ne var ki, aradan bir ay
bile geçmeden, paletlerine çamur bulaşmış tankın altında kaldı. Eğer annem
tutmasaydı elimden, bir hamlede alacaktım onu. Yapamamıştım… Annem, babam,
ağabeyim, arkadaşlarım, komşularımız, hatta canlarını çok yaktığım hamam
böcekleriyle beraber, pembe elbiseli Lili’de ölmüştü…
Canlı varlıkları olduğu kadar,
taşları, toprağı, hatta köyümüzün çitlerini bile bağırtarak öldüren bu yıkımdan
kurtuluşum bir mucizeydi. Özenle baktığım tırnaklarımın arasına dolan kanlı
çamura aldırış etmeden, yaklaşan silah seslerine rağmen var gücümle kazmıştım
toprağı. Kollarım kopacak gibi, nefesim kesilecek gibi olana kadar kazmıştım.
Yaklaşık on santim aşağısına gizlendiğim, kan, acı, zulüm ve ölüm kokan çamur,
bu felaketten kurtulmamı sağlamıştı. Sonrasında çok sevdiğim, uzun sarı
saçlarımı ziftleşmiş topraktan dolayı kesmek zorunda kalmıştım ama olsun. En
azından, annemin vasiyetini yerine getirebilmiştim. Ben ardıma bile bakmadan
koşarken, annem boğazına saplanan silah dipçiğinin yarattığı hırıltılı ve korku
akan sesiyle “Kaç ve yaşa bir tanem…” diye mırıldanmıştı. Sonrasında,
duyabildiğim kadarıyla, silahla ona vuran asker, tankı süren arkadaşına,
muhtemelen annemi ezmesi için emir verirken, bilmediğim bir dille de küfür
etmişti. Oysa benim bildiğim tek küfür, ‘aptal’ idi.
Aptal asker, aptal askerler,
aptal adamlar, aptal tanklar…
Bu kadar acının, ölümün bir
sorumlusu olmalıydı elbet. Kötü askerlerden korunmak için girdiğimiz bir
barınakta, birbirlerine sokulmuş ağlayan kızlardan duyduğum şeyleri
hatırlıyorum hala. Uzun kahverengi saçlı kız, tozdan simsiyah olmuş elbisesinin
koluna gözyaşlarını silerken, kısık sesle mırıldanıyordu. Mırıldanıyordu çünkü
normal sesle konuşunca, ölüm makinesi askerler, ne olduklarını bilmediğimiz
cihazlarla hemen buluyorlardı yerimizi. “Bütün bunlara sebep olan, İblis.” diyordu.
“Büyükannem söylerdi, tüm kötülükleri İblis yaptırırmış.” diye eklemişti
hıçkırıklara boğulmadan önce. İblis… Her hafta, geleneksel olarak ailemizde
gerçekleştirdiğimiz toplantıda, babam bana ve ağabeyime öğüt verirken ondan
bahsederdi. Kim olduğunu, ne yaptığını bilmediğim İblis’ten söz ederdi. “İblise
uymayın çocuklarım, ona sakın uymayın.” deyip dururdu sürekli. O zamanlar, bana
İblis’in neler yaptığını tam olarak anlatsaydı, İblis’e uyup kötülük yapmazdım.
Böcekleri öldürdüğüm için, bende kötülük yaparak İblis’e uymuştum. Ve İblis
onun kötü oyununu devam ettirmeyi bırakıp, böcekleri artık öldürmediğim için
intikam alıyordu benden, bizden, köyümüzden… Ne yapılırdı ki bu durumda?
Böcekleri öldürsem, kötü olmaya devam edecektim, öldürmesem o bize kötülük
edecekti. Ve nihayetinde, etmişti de…
Şimdi, kollarımda öksüren,
vücudunda açılmış yaralardan kan ve irin akan, tahminen beş yaşlarında bir
çocuk var. Mis kokması gereken teni, toz ve kir içinde. Üstelik derisi kemiğine
yapışmış, açlıktan kaburgaları bir diken gibi göğsünden fırlamış, yok
denilebilecek küçüklükte tırnakları neredeyse eti olmayan parmaklarından
düşmüş… Kuru öksürüklerinin arasında, arada bir bulduğu güç ile inliyor.
“Kurtar beni yalvarırım.” diyor. Siyah, kömürden bile siyah uzun saçları, güzel
elbisemin üzerine dökülmüş. Bir an utandım. Bende zamanında çok büyük ve acı
bir savaştan kurtulmuş olsam da, üzerindeki yırtık ve aşınmış elbiseleri, benim
henüz yeni yıkanmış çiçekli elbiseme oranla çok kötüydü. Utandım, o an onun
acısının iki katı kadar bir suçluluk çöktü içime. Sanki ona bu acıları yaşatan
benmişim gibi, buradan kaçıp gitmek, kimsenin görmediğin bir köşede ağlamak
istedim.
Onu kurtarmayı çok istiyordum.
Şu an kaldığım koruma yurdundan muhtemelen iki kilometre uzaktaydım. Onu kollarıma
alıp yurda taşısam, sabah olacaktı. Gün henüz doğmamıştı, ancak üzerimize düşen
ayın gölgesinden tüm acılarını görebiliyordum. Bacağında saplanıp kalmış uzun
mermiyi, yara dolu kollarını, ağlamaktan yanlarında tüneller açılmış gözlerini,
kurumuş, çatlamış, aralarına topraklar dolmuş dudaklarını, merhamet dilenen
çocuksu sözlerini… Havadaki sıkıcı karanlığa rağmen, her şeyi çok iyi
görüyordum. Yaralarına merhem olmayı, acılarını dindirmeyi, gözyaşlarını
susturmayı, ona çiçek desenli pijamalarımdan hediye etmeyi, yerde yatma
pahasına renkli çarşafları olan rahat yatağımda yatırmayı isterdim… Bir
yabancıydı o, adını, yaşını, ülkesini, dillini bilmediğim bir yabancı. Tek
ortak noktamız, acımızdı. Köyün hemşirelerinin konuşmalarından, küçük aklımla
öğrendiğim bilgiler doğrultusunda, yarası iyileşmeyecek kadar kötüydü. Çünkü
vücutta açılan yara, mikrop kapar ve tedavi edilmezse, ölürdünüz. Askerlerin
sizi öldürmelerine gerek kalmadan ölürdünüz.
Dizlerimdeki başını, özenle
nemli toprağa bırakıp, saçlarımı iki yandan toplayan kurdelelerimi çıkardım. Ne
zamandır aktıklarını bilmediğim gözyaşlarım, hıçkırıklarıma eşlik ederken,
acele ile pembe kurdeleleri saçlarına iliştirdim. Çiçekli elbisemin üzerine
giydiğim mavi kazağımı, o ölüme yaklaşırken, gülümseyen yüzüne bakıp üzerine
giydirdim. Muhtemelen yaptığım hiçbir şeyi hissetmiyordu artık. Ve ben, canını
acıtmadığını bilerek yapmıştım bunu. Daha sonra, saatimi bir çöp gibi kalmış
koluna taktım. Okuma yazma bilmiyordu belki. Öğrenmeye hevesli çoğu çocuk gibi
üçe kadar sayıp, bir şeyler başarmanın ve pohpohlanmanın heyecanı ile onun
rakamdan devam ediyor olabilirdi. Hiç bir şey bilmiyorum. Tek bildiğim şey,
onunla eşit olmak istediğimdi.
Ayakkabılarımı, büyük gelmesine
rağmen onun ayaklarına geçirdim. Dolaşmak için yurttan çıkmadan önce cebime
gizlediğim çikolatam ve yarım paket bisküvimi kirli avuçlarına bıraktım ve
yanına çöküp dua etmeye başladım. Acılarının dinmesi, huzura kavuşması ve
armağanlarımı beğenmesi için. Buraya nasıl gelebildi, bilmiyorum. O cehennemin
içinden kaçmayı başardığı kadar, yaşamayı da başarabilecek kadar şanslı olsaydı
keşke.Huzurlu uyu küçük dostum…
Onu orada öylece bırakıp, yurda
dönerken gözyaşlarım hafiflemişti. Sadece düşünüyordum. Yıllar önce kurtulmayı
başarabildiğim savaştan, o kurtulamamıştı. Benim güzel bir yatağım, çiçek
desenli kıyafetlerim ve eşyalarım, bir sürü arkadaşım, öğün başı gelen lezzetli
yiyeceklerim, oyuncaklarım ve saymaya utandığım, onun sahip olamadığı bir sürü
şeyim olmuştu. Anlamıştım ki, İblis yine durmamıştı, durmuyordu ve
durmayacaktı…
Onunla bir ortak noktamız olsun
istemiştim. Şansımın, sahip olduğum her şeyin yarısını ona vermek istemiştim.
Yaşayacağını bilseydim, yatağımın yarısını da paylaşırdım. Ama yapamadım, rahat
içinde yaşarken ona yardımcı olamadım…
Yurda döndüğümde, birkaç
arkadaşım hariç, hepsi uyuyordu. Kapıyı gıcırdatmamaya özen göstererek,
kapattım ve ufak adımlarla yatağıma doğru gittim. Üzerine çıktım ve boş
gözlerle tavana bakmaya başladım. Yolda yürürken, ayağıma birçok diken ve taş
batmıştı. Kollarım soğuktan üşümüş, burnum ve kulaklarım kızarmıştı. Hiç
unutamadığım savaşın cehennem sıcaklığında bile bu kadar üşümemiştim…
Birçok çocuk vardı burada.
Savaşın, açlığın, doğal afetlerin, yoksulluğun vurduğu, birçok farklı çocuk
vardı. Kimisi çekik, kimisi badem gözlü, kimisinin teni siyah, kimi sapsarı
saçlı ve mavi gözlü, kimi minyon tipli birçok çocuk. Fiziksel ve kişisel
özelliklerimiz, ülkelerimiz, kıyafetlerimiz, yiyeceklerimiz, kültürlerimiz ve
hatta renklerimizle bile farklıydık. Bir yapbozun, birbirinden farklı parçaları
gibiydik. Ayrı düşünüldüğümüzde, birbirlerimize hiç benzemiyorduk. Ama bana
hayat, güzel şeylerin hep bir arada düşünülmesi gerektiğini öğretmişti. Güzel
çocuklar olduğumuzu, yurttaki bakıcı annelerimiz söylerdi hep…
Evet, biz birbirlerine
benzemeyen çocuklardık. Yapbozun farklı parçalarıydık. Ama parçalar bir araya
geldiklerinde, kocaman bir bütün oluştururdu. Önemli olan, harika resmi
bozmamak için, parçalardan hiç birini kaybetmemekti.
Evet, biz birbirlerinden farklı
çocuklardık. Bazen kavga eder, oyuncaklarımızı paylaşamaz ya da elbiselerimizi
kıskanırdık birbirimizin. Ne var ki, daha ne için darıldığımızı bile
hatırlayamayacak kadar kısa sürede barışırdık. Çocuktuk biz, kötülüğün, insan
öldürmenin, kıskanmanın, kavgacılığın, dövüşün ve bütün kötü terimlerin ne
olduğunu bilmezdik…
Farklı oluşlarımızın en önemli
noktası, bir ortak noktamız olmasıydı. Biz ‘çocuk’tuk! Çocuk olmak için hiçbir
sorguya, bedele gerek duyulmazdı. Elimize bir kutu şeker verseler, sanki
dünyaları almış gibi sevinirdik. Farklıydık, aynı zamanda aynıydık.
Renklerimiz, ülkelerimiz farklı bile olsa, bir olduğumuz, birlik olduğumuz bir
nokta vardı. Biz çocuktuk, dünyanın en masumları olan…
Anneme, köyümüze acılar girmeden
önce, neden insanların farklı olduğunu sorardım. “İnsanlar farklıdır, farklı
olarak doğarlar hep.” derdi saçlarımı tararken. “Yalnızca aynı olan şeyler,
çocukların güzelliği ve masumluğudur.” diye eklerdi örmeyi bitirdiği saçlarıma
tokamı takarken. Onun hep en iyisini bildiğine inanmıştım yaşadığım sürece.
Demek ki, inancım beni yanıltmamıştı.
Ne güzel demişti annem, ne güzel
özetlemişti meğerse yaşamı. Farklı mıydım onlardan? Evet, hem de her şeyimle.
Ve yine, beni sevindiren tarafıyla aynıydım. “Çocuk”tum!
Farklı bir sürü şeyin içinde,
birliktik…
Yorganımın içine usulca girip,
ayaklarımı uzatırken, güzel rüyalar görebilmeyi umut ederek kapadım gözlerimi.
Farklı olduğumu düşündüğüm dünyada, birlik olduğum arkadaşlarımla güzel rüyalar
görebilmek…
Sonsuza dek mutlu kalabilmek,
tekerleri kopmuş arabamızla, saçları yolunmuş oyuncak bebeğimizle…
Hep birlikte mutlu kalabilmek
“farklı”onca şeyin arasında…
Meryem Akkaya ( Soare )